Kentleşen ve doğadan uzaklaşan insanın, aslında çok uzun asırlardır kullandığı ve sağaltıcı gücünü içgüdüsel bir biçimde bildiği oyun, hareket ve dansın bedenimizdeki iyileştirici etkisini yaşadığımız pandemi dönemiyle beraber yeniden keşfetmeye başladık. Memelilerin birçoğunda ortak olarak görülen bu edinimler, sağaltım ve simüle etme yoluyla hayata ve doğaya adaptasyonu, zorlu durumlarla başa çıkmayı, yaratıcı ve problem çözücü düşünmeyi ve türün iş birliğini sağlarlar. Kent soylu bir yaşamla birlikte oyun, dans ve hareketten kopuk; iyi birer üretici ve tüketici olmaya yönlendirilen insanlar, kendilerini daha fazla sıkışık, tek düze, bunalmış, köklerinden kopmuş hissetmektedir. Şehrin tanımlanmış,belirli alanlarında belirli şekillere bağlı kalarak sürdürülen bu sağaltıcı edinimler de yine yaratıcılıktan uzaklaşmış ve birbirinin kopyası birer boş zaman aktivitesine dönüşmüştür. İnsanların güvende hissettikleri bir ortamda, birlikte, içlerinden geldiği gibi, –spontane- hareket etme, oynama güdüleri yapılan araştırma ve çalışmalarla yeniden değer ve ilgi kazanmaktadır. Psikoloji, sanat, eğitim vb. birçok alanın yeniden şekilllenmesini sağlayan bu yeni bilgiler ışığında bedenin bilgeliği, hareket, dans ve oyun yeniden konuşulmaya başlamıştır.
“İçindekini dışarıya çıkarırsan eğer, içinde olan kurtuluşun olur. İçindekini dışarıya çıkarmadığında ise içinde olan tüketecektir seni.”* (Gnostik İncili/ Kaplanı Uyandırmak)
KENTLER İÇİNDE SIKIŞMIŞ “İNSAN”
Zaman zaman yıkıcı, anlaşılmaz, korkulu bir güç olarak doğanın karşısında; kendini çaresiz ve güçsüz hisseden insan, topluluklar hâlinde yaşamayı tercih etmiş ve onun döngüsel hareketleri karşısında taklit ve eylem yeteneğini geliştirerek “kırsal mit” i yaratmıştır. Ateş başında toplanmış, birlikte dans etmiş, şarkı söylemiş, oyun oynamıştır. İnsanlar tüm bu davranışları bilgi sahibi olmadan, içlerinden gelerek –iç güdüsel- olarak yapmışlardır. “Tarıma ve avcılığa dayalı toplumlarda korkuyu yenmek, tüketmek ve sağaltmak amacıyla yapılan mitsel törenlerde, kırsal bedenin korkudan arındırılması, dualar, şarkılar ve danslar aracılığıyla yapılır. Büyücü, çeşitli hayvan seslerini taklit eder, davul çalar ve çevresindeki toplulukla birlikte şarkılar söyleyip dans ederek ruhsal bir boşalma yaşanmasını sağlar.”* İlk insan, sadece doğayı değil, kendi bedenini tanımakta da zorlanır. Doğanın hareketleriyle bedensel hareketleri arasında bağ kurmaya çalışır. Örneğin Mayalar’da kadınların adet görme periyodları, ayın hareketleriyle açıklanmaya çalışılır. Böylece günlük yaşam içinde oluşan kırsal mit, doğal yaşamın bir parçasına dönüşür.
Kırsal yaşamdan kentsel yaşama dönüşüm, kırsal mit’e olan bakış açısını değiştirerek toplumsal ritüellerin yeni şekilller geliştirmesine ve kentsel ritüel’in doğmasına kaynaklık etmiştir . Zaman yine doğal döngü zamanları olsa da ritüel artık toplumsal yaşamın kurallarıyla ilgilidir. Ritüeller, simüle edilen toplumsal durumları göstermek veya toplumsal katharsis işleviyle ön plandadır. Örneğin, Atina’daki ritüellerin en büyüğü olan Panathenaia, erkeklerle kadınların bir araya gelmesini sağlar. Tesmophoria şenlikleri, aslında bir bereket ritüeliyken, Antik Yunan toplumunda erkeğe başkaldırmayı aklının ucundan bile geçirmeyen kadınların ruhsal yönden iyileştirilmesine aracılık eder. Adonis şenlikleri ise; kırsal mitten kentsel ritüele geçişin en iyi örneklerindendir. Çünkü Adonis törenleri, diğerlerinden farklı olarak evde yapılır. Böylece ritüeller bir mekâna bağlanarak evde yapılan ritüeller ortaya çıkmaya başlar. Kentin vazgeçilmez mekanı olan ev, bedenin boşalması, ruhun arınması için bir ritüel mekân konumuna yükselirken günümüzde ev, karanlıkta her an bir hırsız elinin yakalayacağı endişesiyle kendimizi güvensiz hissettiğimiz alanlara dönüşerek yeni bir dramatik yapı oluşturur.
Yaşamın ve ölümün getirdiği ızdıraplarla başa çıkmayı kolaylaştıran ritüellerin, bilimin ve teknolojinin gelişmesiyle insan bedeni üzerindeki sağaltıcı etkisi unutulmuş hatta zamanla tamamen yok olmuştur. Günümüzde mega kentlerin telefonlarına bakarak dolaşan insanları, bedensel devinimi bir yerden bir yere koşuşturma ya da instagram gönderilerinde daha fazla beğeni alabilmek için güzel vücut geliştirme aracı olarak görmeye başlamıştır. Rastgele ve doğaçlama şekilde hareket etmek hatta yaşamak bile şüphe ile yaklaşılan bir davranış şekli hâline gelmiş, bunu yapma hâliyse ancak birtakım aracılar sayesinde mümkün görünür olmuştur. Yeterli alkol seviyesine sahipseniz bir diskoda içinizden geldiğince hareket etmek bağlama uygunken yalnızca içinizden geldiği için evde durduk yere garip hareketler yapıyor olmak kınanacak bir şey gibi görülmeye başlanmıştır. Günümüz toplumunun özünü oluşturan aklın yüceltilmesi fikri, Rönesans ile başlamış ve Aydınlanma döneminde tüm düşüncelere egemen olmuştur. Varoluş hâli yalnızca düşünceye indirgenmiş, “Düşünüyorum öyleyse varım!” fikri bütün disiplinleri katı bir metodolojiyle tahakkümü altına almıştır. Akıl, ritüele şüphe ile yaklaşır. Akıl ve bilim birlikte çalışarak ritüelin toplumsal yaşamdaki yerini yok etmiş ve Sanayi Devrimi’yle kentelere akın eden insanlar, sözü edilen rasyonelleşmenin uyum sağlayıcısı görevini üstlenmişlerdir. Toprakla kurduğumuz bedensel ritüelistik ilişki, çelik ve makinenin mekanik ve soğuk yüzüyle karşılaşınca yeni kentli insanlarda sağaltımı sağlayacak bir boşluk meydana getirir. Bedenin sağaltılması, oyunsu merak, anda ve bir olma hâllerinden uzaklaşan insan, yanıtı “tüketim kültüründe” arayacaktır. “İnsanın makineyle olan bağı, yeni bir beden ve yeni bir kent ile kentli anlayışı doğurur. 19. yüzyıldan günümüze kadar değişen gelişen ya da gelişmeyen kent ve kentli görünümü, birçok düşünür tarafından ele alınmıştır. Yine de ortak görüş, ritüelistik zamanlarda zihne hâkim olan bedenin, günümüz kent yaşamında zihnin tahakkümü altında varlık bulduğudur. Yani bedenimiz, zihinsel baskılarımız altında ezilmektedir.”*
İnsanın tarihsel diyalektikte; yerelden millete, aşiretten devlete, barbarlıktan uygarlığa geçisinde kırsal ile kentsel olan arasındaki karşıtlık çoğalmış, günümüze kadar artarak devam etmiştir. Modern hayat ve kapitalist ekonomik düzen kırsal örgütlenmelere ve toğrağa bağlı yaşam biçimine son vermiş, hayatın şehirlerde yoğunlaşarak yeniden inşa edilmesine, şehirle kırsal arasındaki ilişkinin ters yüz edilerek şehir hayatının toplumsal yapının merkezi hâline gelmesine ve böylelikle yaşamlarımızda temel bir dönüşüme aracılık etmiştir. Türk Dil Kurumu sözlüğünde “ana kent” açıklamasıyla verilen metropoller, bugünkü yaşamda ana mekânsal örgütlenmeyi oluşturmaktadır.
Yeni teknolojilerin sağladığı olanaklarla kent ve kent yaşamı kavramlarında yine bir dönüşüm ve çözülme yaratarak hiyerarşik ve yoğun kent merkezi yerine çok merkezli, düşük yoğunluklu ve parçalı yapılarda yeni yaşam alanları ve onun beraberinde yeni yaşam biçimleri oluşturmaktadır. Böylece “kırsal” ve “ketnsel” gibi ikiye ayrılmış olan yaşam biçimi birleşmektedir. Modern bilinç “arada olmak” olarak tarif edilebilecek bir durumla karşı karşıyadır. Sürekli olarak kuşkulu bir şimdiki zaman algısı içinde yaşar ve gündelik yaşama ait deneyimler bu duygu içinde gerçekleşir.
“Doğanın bir parçası olduğunu göz ardı eden kentli insanın yaşadığı kent, bedeni duyarsızlaştırmaya yönelik bir güç olarak karşımıza çıkar ve bu güç, modern teknolojiyle uyumludur. Kent, bedenin tüm faaliyetlerinin gerçekleştirildiği, tüm deneyimlerinin yaşandığı yerdir. Her kentli beden, odadan başlayarak eve, mahalleye, kente, bölgeye ve ülkeye doğru uzanan bir dizi iç içe geçmiş katmanlar halindeki yaşamsal mekânla çevrilidir.”* Kırsaldan gelen açık havada toplanma ve bedenler arasında temasın kapalı mekanlara hapsedilmesini, kamusal insanın çöküşü olarak değerlendirir ve bedenin soğuk mankenlere dönüştüğünü vurgular. Ritüele özgü kentsel kalabalık sadece tüketim mekanlarında yani alışveriş merkezlerinde toplanmakta fakat birbirini görmezden gelerek, diğer bedenlerle temas kurmadan, özel hayatına tutsak biçimde yaşamakta ve kamudaki yalnızlığını sessizce seyretmeyi seçmektedir. Kendi bedeni dışındakileri “öteki” olarak değerlendiren kentsel beden, bireyi de içine alan daha büyük ve yalnız bir bedene dönüşür. Richard Sennett ise, kitle içindeki insanın durumunu pasif beden olarak niteler ve kitle iletişim araçlarının kitle üzerindeki tahakkümü konusunda Baudrillard’ı anımsatan görüşler ileri sürer. Buna göre, kitle iletişim araçlarının hakimiyeti altında ezilen beden, gönüllü bir mutsuzluğu kabul etmektedir. Seyretmek, bedeni giderek pasifleştirirken, seyredilen ile yaşanan arasındaki uçurum, zihnin sürekli baskılanmasına sebep olmakta ve bu durumda beden acı çekmektedir. Doğanın içinde ve onun bir parçası olduğu gerçeğinden uzaklaşan insan, modern teknolojilerle doğadan uzak kendi gerçekliğini(!) yaratmış, “izliyorum, izleniyorum öyleyse varım” felsefesine ulaşmıştır. Beden ve onun duyumsamaları deyim yerindeyse bir rafa kaldırılmıştır. Vekaleten deneyimlenen şiddet, seyirciyi gerçek acı karşısında duyarsızlaştırmıştır.
Tüketim toplumunun niteliği üzerine söylemler geliştiren Baudrillard, çağımızda bedenin yeniden keşfedildiğinden fakat bu keşif sonucunda bedenin tüketim amaçlı bir metaya dönüştürüldüğünden söz eder. İnsanın bedenselliği yani bir beden olarak varlığı, varoluşunun kökenidir. Bedeni, zihni ve zihin temelli yaratılmış yaşamları boyunduruğu altında yalnızca bazı eylemleri gerçekleştirme, oradan oraya koşuşturmaya bir araç, bir seks ve iyi oluş nesnesi hâline getiren kapitalist sistem insanların kendilerini metalarda tanımlamaya yönlendirmiş beden de bir meta hâline dönüşmüştür. Ruhlarını otomobillerde, dubleks evlerde ve mutfak araç gereçlerinde bulan insanlar, bedeni tüm bu metalara ulaşmaya araç başka bir meta olarak görür.
Günümüzde dans,hareket ve oyun çıkış noktasından uzaklaşmış; büyü ve ritüel niteliğini kaybetmiştir. Oysa bunların geçmişi, insanın kendini ifade etmeye başladığı döneme dayanmaktadır. İlk insan kendini tanımak, bilinmeyeni anlamlandırmak ve kendisi de dâhil olmak üzere hayatında yer alan tüm unsurlarla iletişim kurmak için dans, hareket ve oyunu kullanmıştır. 90’lı yıllarda Amerika’da klinik psikoloji, eğitim psikolojisi, modern ve çağdaş dans, tiyatro gibi alanlarda bedenin, doğaçlamanın, hareketin etkileri araştırılmaya başlanmıştır. Böylece yarattığı doğadan kopuk, plastik yaşamlar içerisinde sıkışan insan, bedeniyle aklın tahakkümü dışında yeniden ilişkilenmeye başlamıştır çünkü unutulmuş olsa da hareketin, dansın, oyunun; bedenin eğitilmesi, bedeni kullanmada ustalık kazanma, işitme-görme-dokunma ve hareket koordinasyonu oluşturma, toplumsal rollerin kazanılması, sosyal bilincin oluşturulması, ruhsal ve sinirsel gerginliğin azaltılması veya tamamen ortadan kaldırılması, hayal gücünün güçlendirilmesi, sözlü ve sözsüz kültür ürünlerinin geleceğe taşınması gibi birçok işlevi bulunmaktadır. Tüm bu işlevlerinden uzaklaştırılarak içi boşaltılan bu önemli kültür parçaları ve insanın doğayla ilişkisi içinde onu taklit ederek oluşturduğu bu edinimler günümüzde yeniden değer kazanıp popülerleşmekte. “Oyun ve dans deyim yerindeyse, yaşamın, kaygının, çalışmanın, ruhun selametine gösterilen titizliğin karşısında olan şeydir; “ciddi” olmayan, “zorunluluklar” yaratmayan bir şey, yaşamın gerginliğinin geçici olarak gevşemesi, “gücümüzü toplamamız için bir teneffüs”, “bir mola”, boş saatlerimiz için bir zaman yitimi, uçarı bir uğraş ve kendisinden hoşnut bir ölçüsüzlüktür.” İşte tüm bu tanımlar ışığında kendi yarattığı mekanik çarkın yalnızca bir dişlisi konumunda sıkışmış postmodern insan, şimdi geçmişin ve köklerinin yeniden keşfiyle içine sıkıştığı çarkı kırmak için yollar geliştirmektedir çünkü içten içe en derinlerde, bedenden gelen çağrıya kulak verdiğimizde, o bizi, bizi sağaltacak olana götürmektedir. Dışarının karmaşası ve gürültüsünden uzaklaşarak içe döndüğümüzde bedenimizin içinde yaşayan bilge bize dansın, oyunun sağaltıcı gücünü fısıldamaktadır. Yapmamız gereken bu mistik çağrının peşine düşmek, bu oyuna katımak, bu ritme ayak uydurmak, bu harekete uyum sağlamaktır.
KAYNAKÇA:
1, Erhan Tuna, Şamanlık ve Oyunculuk (İstanbul: Okyanus Yayınları, 2000)
2, Müşerref Öztürk Çetindoğan, Kırsal Mitten Kentsel Ritüele Geçiş ve Beden-Mekan İlişkisinin 1990 Sonrası Türk Oyun Yazarlığı’na Yansıması
3, Sennett, Ten ve Taş, Batı Uygarlığında Beden ve Şehir. Çev:Tuncay Birkan, (İstanbul: Metis Yayınları, 2002)
4, , Müşerref Öztürk Çetindoğan, Kırsal Mitten Kentsel Ritüele Geçiş ve Beden-Mekan İlişkisinin 1990 Sonrası Türk Oyun Yazarlığı’na Yansıması